16 Aralık 2016 Cuma

Sosyal Medyada Mahremiyet

Sosyal Medyada Mahremiyet Günümüz dünyasında sosyal medyanın gözü her yerde. İnsanlar sizi diledikleri yerden görebilir ve duyabilir. Sosyal medyayı popüler kılan özelliklerin biride bu zaten. Ancak bu özelliği sayesinde kullanıcılar bazen insanların özel alanına girerek mahremiyet ihlali yapabiliyor. İşte tamda bu noktada özgürlük ve mahremiyet alanları iç içe girebiliyor. Elbette ki sosyal iletişim araçları doğru ve düzgün kullanıldığı zaman fikirlerin belli bir kalıba sokulmadan özgürce kullanılması mümkün, doğrusu da bu. Yalnız bunu yaparken kişilerin özeline girmeden mahremiyet sınırını koruyarak yapmak gerek. 10-15 sene öncesine dönüldüğünde mahremiyet günümüze göre daha önemli ve saygın kültür kuralları ile korunuyordu. Şimdilerde ise çağın kitlesel iletişim ağları sayesinde mahremiyet duvarları oldukça inceldi. İnsanların kontrolsüz bir şekilde bu mecraları kullanmaları, bireyin ruhsal ve bedensel yıpranmasının yanında, kişisel ve toplumsal hak ihlalleri ile önemli zararlar doğurabiliyor. Ülkemizde ve diğer dünya ülkelerinde bu konu ile çeşitli yasal düzenlemeler yapılmakta. Bu düzenlemelerle kişilerin diğer insanlara fikri ya da insani zarar vermesinin önüne geçilmesi hedeflenmektedir. Bu önlemler kapsamında bugün insanlar sosyal medyada ki paylaşımları nedeni ile ceza alabiliyor, kişinin yazdıkları ya da paylaştıkları delil olarak kullanılabiliyor. Ne yazık ki bu tür önlemler de yeterli olmamaktadır. Bu düzenlemelerle birlikte insanlarında sosyal medya alanlarını doğru, seviyeli ve başkalarının hakkını gözeterek kullanmaları önemlidir. Empati yapılarak bireylerin rahatsız olabilecekleri konular göz ardı edilmemelidir. Ayrıca kullanıcılar takip ettikleri, edecekleri kişi ve mecraları özenle seçmeye gayret göstermelidirler. Bütün bunların yanı sınıra artık sosyal medya sitemizi yaşantımızın bir parçası olarak kabul ettiğimizde, günlük yaşamda mahremiyet anlamında dışarıya nasıl davranıyorsak öyle kullanmakta fayda var. Ailemizi çocuklarımızı nelerden korumaya çalışıyorsak aynı hassasiyeti bu alanlarda da gözetmek gerekiyor. Paylaşımlarımızı ve görsellerimizi dahi bu bilinçle kullanıma sunmamızda fayda var. Bu alanlar ne kadar güvenli oldukları teminatı verseler de size, gelişen teknoloji ile birlikte ilerleyen dönemlerde güvende olmayabilirler. Sosyal medyada mahremiyet kavramını dar kalıplar içine sokmakta yanlış olur. Yenilen bir yemeği ya da gidilen bir yeri paylaşmakta mahremiyet sayılabilir, ancak çok daha önemlisi yapılan paylaşımlarla kişilik haklarına verilebilecek manevi zararlar asıl önemli olanıdır. Hatta sınırlar zorlanarak yaşamsal alanlara girilmektedir Özellikle sosyal medya alanları birtakım odakların ve kişilerin sahte yaşam inşa etmesine olanak sağlamaktadır. Özellikle gençler bu konuda doğru ayrımı yapamamakta ve mahremiyet sınırlarının aşılmasına olanak vermektedirler. Bu durumlar erken fark edilemez ise geri kişide geri dönülemez hasarlar bırakabilir. Tüm bunların önüne geçmek zor ama imkânsız değil, özellikle kontrollü, doğru ve en önemlisi seçerek özenli kullanım sosyal medyada kendimizin mahremiyetini korumakta da başkalarının mahremiyetine girmemekte de bize yardımcı olacaktır. Sosyal Medya Gözlemcisi Uğur Özcan ​

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Alemlerin Rabbi

“Rabbü’l-alemin”, Allah’ın bir sıfatıdır. Meali ise “Bütün alemlerin ve bütün parçalarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıllı varlık alemlerinin yegane Rabbi” demektir. Rabb denilince de, yalnızca kelime anlamı olan “sahip” veya “terbiye eden” değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan, tükenmez kudret sahibi ve daima var olan Yüce Allah anlaşılır. Kur’an-ı Kerim’in kalbi Fatiha Suresi’nin ikinci ayetinde “Hamd, alemlerin Rabbi Allah’adır” olarak, buyrulur. Sadece besmele ile ilgili dahi sayfalarca tefsir açıklaması bulunduğunu belirterek, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Fatiha Suresi’nde geçen “Alemler’in Rabbi” ifadesiyle ilgili tefsirini kısaca paylaşmak isterim. Ancak bu yazıyı kaleme almaktaki amacım, özellikle “alemler” ifadesini biraz düşünmek içindi. “alemler” ile neler anlatılmak istenmiş olabilir? Biz insanlar, yaşadığımız yerkürenin güneş sistemi içerisinde olduğunu ve bugüne kadar tanımlanmış olan birçok gezegen ve yıldızın bulunduğunu biliyoruz. Günümüzdeki gelişmişlik bile halen daha tanımlanamamış ve keşfedilmemiş birçok galaksi ve gezegenin varlığından haberdar olamayacağımız anlamına geliyor. Galaksi, kütleçekim kuvvetiyle birbirine bağlı yıldızlar, yıldızlar arası gaz, toz ve plazmadan meydana gelen sistemleri kapsar. Dünya’nın da içerisinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi bile kendi içerisinde birçok gezegen, yıldız ve nebulayı (gaz bulutsu) barındırmaktadır. Ayrıca henüz çok iyi bir şekilde anlaşılamamış olan kara delikler de bulunmaktadır. Bu dev kara deliklerin galaksilerin çoğunun kütlesinin yaklaşık %90’ını oluşturmuş olduğuna dair öngörüler saptanmıştır. Kara delikler, cisimleri ve ışınları içine alıp geri vermeyen ve nereye sürüklendiği de bilinmeyen yerlerdir. Galaksi ve gezegenlerden tutun da, bu kara deliklere kadar hepsinin ayrı birer “alem” olduğu söylenebilir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirine dönecek olursak, “alemlerin Rabbi denince her insan kendi görebildiği kadar olsun, bütün alemlere zihninden bir geçit resmi yaptırır ve bunu yaptırınca mutlaka terbiye kanununu görür. Demek biz, Rabbimiz’i alemlere bakmakla bileceğiz. Fakat alemleri de, ancak O’na izafe etmekle tanıyabileceğiz.” şeklinde ifade edilmiştir. Dünya’da bulunan canlı türlerinin hepsi de, ayrı birer alem olarak pekala tanımlanabilir. Denizler alemi, Hayvanlar alemi, Bitkiler alemi gibi. Hatta bu da yeterli gelmez. Bu canlılar da türlerine göre alemlere ayrılabilir. Eklem Bacaklılar alemi gibi… İnsan, başlı başına bir alemdir. Mevlana; insanı fiziki alemle metafizik alem arasına yerleştirir.
İnsan da, başlı başına bir alemdir. Çünkü insanın kendi içerisinde bile bir Hayal alemi, bir Akıl alemi, bir Duygu alemi vardır. İnsanda cisimden başka akıl, kalp, ruh gibi manevi alemler bulunmaktadır. Mevlana, Mesnevi’sinde insan için “Toprağa mensup insan, Hakk’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün alemi aydınlattı” der. Görüldüğü gibi Mevlana, insanı fiziki alemle metafizik alem arasına yerleştirir ve insanoğlunda maddi ve manevi olarak, her iki yönün de olduğunu belirtir. Atomüstü boyut, madde alemidir. Atomaltı boyut ise ruhlar alemi veya mikrodalga boyut olarak adlandırılır. İslam inancına göre kıyametin kopması ile Ahiret alemi gelecektir. Yerin ve göğün şekli değişecek ve mahşer kurulacaktır. Mahşerde herkes hesabını verdikten sonra da sonsuz Ahiret alemi başlayacaktır. Mevlana Celaleddin-i Rumi ise Mesnevi’sinde “Bu alem, Suretler alemidir” der. Mevlana, bu alemin suretlerden, hayallerden ve gölgelerden ibaret olduğunu, bu alemin mana aleminden geldiğini vurgular. Mana alemi ise fikir ve düşünce gibidir. Nasıl ki bir kişinin fikir ve düşüncesini göremezsek, mana alemini de göremeyiz. Ancak bir kimse önce fikreder ve düşünür, sonra beynindekini kelimelere dönüştürür, işte o kimsenin düşüncelerine kelimelerle varlık giydirmesi, bu suretler alemi, görünen alem gibidir. Fakat aslolan şey, kelimeleri var kılan o düşüncedir. Bu suretler alemi de, vücuda gelmeden önce Allah’ın (c.c) bilgisindeydi ve Yüce Mevla ilminde gizli olan bu alemi; suretlere büründürdü. Bu alem, suretler alemi olsa da, insan bu dünya hayatına alışır, bu dünya’ya bağlanır. Bu alem, suretler alemi olsa da, insan bu dünya hayatına alışır, bu dünyaya bağlanır. Mevlana’nın deyimiyle “Resme bağlanır da, ressamı unutur.” Ayrıca günümüzde kafa yorulmakta olan bir başka husus ise Paralel alem veya Paralel Evren olarak ifade edilen kuramdır. Kuantum mekaniğinden türetilen paralel evren kuramı, maddenin aynı anda birden fazla koordinatsal alan içinde var olabileceği öngörüsüyle oluşturulmuştur. Einstein’ın da aralarında bulunduğu birçok bilim insanı yaşadığımız evrenin ilk ve tek evren olmadığı sonucuna vardılar. Sonsuz sayıda Paralel Evren denilen alemler mevcut ve hepsi birbirinden değişik olabilir. Biraz felsefi olarak, hayatta verdiğimiz her karar ve yaptığımız her tercih aslında farklı bir yol, farklı bir çizgi oluşturabilir. Mesela bir evrende başka birisiyle evlenmiş, başka bir okula gitmiş veya bir evrende hayattayken, diğerinde hayata gözlerimizi yummuş olabiliriz. Hz. Muhammed (S.A.V)’in Miraç’a yükselmesi aslında göğe yükselmek olarak değil, farklı bir paralel evrene veya zaman boyutuna geçmek olarak da gerçekleşmiş olabilir. Konu tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Gelecekte bu konuyla ilgili bilgiler arttıkça Miraç olayı da belki daha kolay anlaşılabilecektir. Hz. Muhammed, Miraç yolculuğunda yedinci semada gördüklerini anlatırken şu ifadeleri kullanmıştır: “Orada gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek şeyler gördüm.” Dolayısıyla Yüce Yaradan’ın yaratmış olduğu farklı alemleri görmüş olmuştur. Ayrıca “Birinci semâ ve içindekilerin tümü, ikinci semâ içinde çöldeki bir yüzük oranındadır; ikinci semâ ve içindekilerin tümü, üçüncü semâ içinde yine çöldeki bir yüzük gibidir ve yediye kadar bu böyledir.” şeklinde özetlenebilecek hadisiyle sayısız katmanlardan oluşan evren içindeki bizim boyutumuza işaret etmek istemiştir. Dolayısıyla evrendeki bazı varlıklar ve alemler, boyutsallık kavramıyla açıklanabilir ve bunlar madde yapılarında değil, boyutsal derinliklerde mevcutturlar. Yine belirtilmesi gereken başka bir husus ise Gayb alemi’nin varlığıdır. Görünmeyen ve beşeri duyu organlarıyla algılanamayan varlıklar alemine Gayb alemi denir. Meleklerin bu aleme ait varlıklar olduğu söylenebilir. Enam Suresi’nin 59. Ayetinde belirtildiği gibi gaybı melekler bile bilemez. “Gaybın anahtarları O’nun yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde olanı da bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Toprağın karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru her şey apaçık bir Kitap’ın içerisindedir.” Sonuç olarak; alemler, Yaradan’ın kudretinin tecelli ettiği tüm alemlerdir. Sayısı epey çoktur. Sınırları oldukça geniştir. Derin bir deryadır. Noktamızı Furkan Suresi’nin 1. ayeti ile koymuş olalım. “Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah ne yücedir!” Kaynak: Yazar: Fuat SAĞIROĞLU

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Doğanın Mumyaları

Doğru yerde ölürseniz, doğa cesedinizi doğal bir mumya olarak saklıyor… Kalıntıları görmek pek hoş bir şey olmasa da, doğanın müthiş bir biyolojik zaman kapsülü yaratması herkesi şaşırtıyor.
Mumyalama fikri nasıl doğmuş olabilir? Ölüm geldiğinde, bırakın itibarı, bakışları bile koru­mak mümkün değil. Vü­cut birkaç saat içinde ka­tılaşmaya başlıyor, yüz hatları bo­zuluyor, uzuvlar sertleşiyor. Birkaç gün sonra da bağırsaklardaki bakte­riler kontrolsüz olarak çoğalmaya başlıyorlar; zararlı gazlar çıkıyor, vücut şişiyor ve çürüme başlıyor. Sıra böceklere gelince… Onlar ölü bedene hücum ettiklerinde, ceset hemen dağılmaya başlıyor. Tüm bunlar düşünüldüğünde, atalarımı­zın, liderlerinin ya da sevdiklerinin cesetlerini canlıyken göründüğü gibi tutmak için harcadıkları zaman ve çabaya şaşmamak gerek… Firavun mumyaları pahalıya mal oluyordu, ama çöl bu işi fakirler için yapıyordu Antik kültürlerin çoğunda, ölü bedenlere, bu ve öteki dünya arasında bulunan kutsal bir köprü olarak bakılıyordu. Antik Mısır’ın gelenek­sel, karmaşık ve son derece pahalı olan mumyalama işleminde, iç or­ganların dikkatle dışarı alınıp tuzla kurutulması 70 gün kadar sürüyor­du. İşin tuhafı, çöl kumuna gömülen Mısırlı fakirlerin cesetleri bile en zengin firavunlardan daha iyi koru­nuyordu… Kurumanın çürümeden önce baş­ladığı durumlarda meydana gelen doğal mumyalama, ilk suni mumya­lamadan daha eskilerde de biliniyor ve sırf insanlarda değil, diğer canlı­larda da görülüyordu. 1992 yılında Antarktika’nın kuru kutup çöllerinde 100 bin yıllık ayı balığı mumyaları bulunmuştu… Güney Amerika mumyalamaya 7000 yıl önce başlamıştı Kalıntıları Güney Amerika’da Peru-Şili sınırı çevresinde bulunmuş olan Chinchorro antik kültürü, ölü­lerini mumyalamaya 7000 yıl önce başlamıştı. Biri öldüğünde bu kişi­nin hükümdar ya da din adamı ol­ması gerekmiyordu cesedi sıkıştırıl­mış kül çamuru ya da toprak ile dol­durulurdu. Daha sonraki yıllarda ise, cesetlerin üzeri yapışkan bir çamur­la sıvanarak mumyalandı. Bu çamur sertleştiğinde, cesedin çevresinde koruyucu bir kabuk oluşuyordu. So­nuçta, X ışınları altında incelenen bu sert mumyaların bugün bile sağ­lamlığını koruduğu anlaşılıyor. Chinchorrolular’ın, M.Ö. 1500 dolaylarında mumya yapmayı bırak­tıkları görülüyor… Çünkü, dünyanın en kuru bölgelerinden biri olan bu yörede cesetler kendi kendilerine korunuyorlardı. Günümüze kadar bulunmuş olan 282 Chinchorro mumyasından 133′ü doğanın eseriy­di. Bu doğal mumyalar da, çamurla kaplanmış olan diğerleri gibi, sağ­lam kalmış uzuvlara, kemiklere ve dokulara sahiplerdi… Bu durum, ar­keologların, eski insanların sağlıkla­rı, alışkanlıkları, hayat beklentileri ve yeme alışkanlıkları hakkında pek çok bilgi toplamalarını sağladı. Deh­şet verici bir diğer buluş da bunların yüzde 40′ında, kemiklerin zarar gör­mesine neden olacak kadar mikroplu yaralar görülmüş olmasıydı… Araştırmacılar mumyaları hastalıklar açısından da incele­meye alıyorlar Hatta, mumyalarda HIV bile aranıyor… Doğal mumyaların, bir çeşit biyo­lojik zaman kapsülü içinde oluştuğu da söylenebilir. Güney Peru’nun eski insanları olan Chiribayalılar’ın ko­runmuş kalıntıları, Güney Amerika’ya kızamık ve çiçek gibi salgın hastalıkları getiren Avrupalı akının­dan önce, onların hangi hastalıkları geçirip hangilerini geçirmedikleri hakkında bilgi edinmemizi sağlı­yor. 1000 yaşındaki mumyalardan birinin eski sahibi yaşarken tüber­küloza yakalanmıştı. Bu da gösteri­yor ki, bu hastalık için en azından Colomb’u suçlamamak gerekiyor. Araştırmacılar, bu mumyaları baş­ka hastalıklar açısından da incele­meye alıyorlar. Hatta, mumyalarda HIV bile aranıyor… Böylece, AiDS’in gerçekten modern çağın bir hastalığı olup olmadığı gün ışı­ğına çıkarılacak…
Çin’de ki mumyalar tip ve giysileri ile Avrupa’dan gelmiş gibi Orta Asya’da, Tiyenşan Dağları’nın eteklerinde bulunmuş olan şa­şırtıcı derecede iyi korunmuş mum­yalar, erken tarihimizin kabul edi­len versiyonuna gölge düşürüyor. Çin’in Xinjiang bölgesinde bulunan 4000 yıllık 100′den fazla mumya­nın hepsi Avrupa’dan gelmiş gibi görünüyor. Çöl sıcağı; uzun burun, çukur gözler ve sarı saç gibi belir­gin beyaz ırk özelliklerinin korun­masını sağlamış… Üstelik, bu mumyaların üzerindeki giysiler de Almanya, Avusturya ve İskandi­navya’da bulunan dokuma parçala­rına çok benzeyen bir şekilde işlen­miş… Bu da demek oluyor ki eski Çin, düşünüldüğünün aksine dış dünya ile çok daha yoğun bir ilişki içindeydi. Belki de ata binmeyi ve tekerleği bu sarışın yabancılardan öğrenmişlerdi. Bilimadamları mumyaların DNA’larını bugünkü yerlilerle karşılaştırarak bu gizemli insanların Çin halkına karışıp karış­madığını bulmaya çalışıyorlar. Da­ha kuzeye doğru, Ukok Platosu üzerindeki Rus sınırının ötesinde bulunmuş olan Demir Çağı’na ait mezarlar, dövmeli erkek ve kadın­ların donmuş mumyala­rı, dokuma ürünle­ri, deri eşyalar ve hatta koyun ve at eti parçalarıyla dolu…
En ünlü doğal mumya “Buzadam Ötzi” Tüm zamanların en ünlü doğal mumyası, hiç kuşkusuz, 1991 yılın­da Avusturya’nın Otztaler Alpleri’nde bulunan “Buzadam Ötzi” ninki… 5000 yıl öncesine ait olan Ötzi’nin cesedinin iyi korunmasındaki en önemli etken rüzgar… Ölümün­den sonra, ılık sonbahar rüzgarları cesedin kurumasına neden olmuş, daha sonra ceset bir buzla kaplan­mış. Ardından gelen müthiş bir fır­tına, Sahra kumunu buzun üzerine yapıştırmış, daha soma güneşle bir­likte buzlar çözülmüş… Bu anlatımla ilgili bazı polemik­ler de yok değil. En önemlisi, cesedin kendisiyle ilgili… En yavaş bu­zullar bile 500-600 yıl içinde yeni­leniyorlar ve içlerindeki her şeyi boşaltıyorlar. Bu aşamada, buzulla­rın arasında kalmış cesetlerin tek kelime ile paramparça olacakları ile­ri sürülüyor. Çünkü, bu aşamada bir buzulun ortalama statik basıncı met­rekare başına 14-20 ton… Bu basınç altındaki cesedin tahribata uğrama­dan kalabilmesi hemen hemen ola­naksız… Oysa “Buzadam”ın dudak ve burun dışında fazla zarara uğra­madığı görülüyor. Bu noktadan ha­reket eden Ramer Henn, Ötzi’nin buzullar tarafından doğal biçimde de korunmuş bir ceset olmadığını, bir mumya olduğunu iddia ediyor… Doğanın başardığı en eski mum­ya Ötzi’nin ki ama her an her yerde bir ölüyle karşılaşmanız mümkün… Orta Meksika’da, Guanajauto’daki “Mumyalar Müzesi”nde yüzlerce mumya sergileniyor. 150 pesoya, tarih öğrencilerinden videolu Alman turistlere kadar bin­lerce kişi bu müzeye akın ediyor. Onlara karşı ilgimiz sadece bilimsel olamaz… Ya günün birinde hepimi­zi bekleyen ölümü merak ediyoruz ya da ölüleri, hâlâ öteki dünya ile aramızda kutsal bir köprü olarak görüyoruz… Cevap her neyse, açık olan tek şey, ölülerin de bir hikâye­leri olduğu…
İyi bir mumya nasıl olur? İnsan çürümeden önce toprakta ne kadar yatabilir? Bunun yanıtı, cesedin ne kadar derine gömüldü­ğüne bağlı… Ceset, yüzey ile 1 metre derinlik arasına gömülürse kurtlara ve solucanlara yem olur. Bu yaratıklar, cesedi bir yıldan da­ha az bir sürede iskelete dönüştürürler. Ceset iki metre derine gö­mülürse, 10 yıl sonra bile hâlâ üzerinde et olduğu görülür. Cesedin ilk günkü halini koru­ması için yapılması gereken, onu dondurmak ya da mumyalamaktır. Ukok Platosu’ndaki mezarlarda bulunan Rus atlıları, korunmaları­nı, içlerine kadar sızan suyun top­rak altındaki ısı nedeniyle donmasına borçlular. Mumyaların çoğu, ılık ya da soğuk kuru havanın ölümden hemen sonra cesedi kurutmasıyla oluşmuş… Her ne şekilde oluşmuş olursa olsun, doğal bir mumya ortaya çı­karılır çıkarılmaz çabuk davran­mak gerekiyor. Onların korunma­sını sağlayan kurutma işlemi, or­tamdaki en ufacık değişikliğe karşı çok hassas olmalarına yol açıyor. İdeali, onların ısısı, ışığı ve nemlili­ği ayarlanmış ve mühürlenmiş sandıklara konulması… Alpler’de bulunan “Buzadam” saklandığı yerden iki haftada bir sadece 20 dakika çıkarılabiliyor. Herhangi bir şekilde sergilenmesi ise şimdilik mümkün değil… Öte yandan Rus atlıları, doğal olarak mumyalanan “Buzadam”ın aksine donmuşlar. Bu nedenle, onların çözülmesi çü­rüme riskini arttırıyor. Bu nedenle, Lenin’in cesedini korumakla yü­kümlü aynı eski Sovyet enstitüsü, çürüme işlemini önlemek için kim­yasal bir banyo geliştirmiş… Mumyaların en eskisi: Ötzi Tatilde bir cesetle karşılaşmak her insana nasip olmaz… Helmut Simon ve karısı Erika da 1991′in 19 Eylülünde Ötzi’yi bulduk­larında tatildeydiler. Otztaler Alpleri’nde, 3200 metre yükseklikte bul­dukları şeyi önce bir oyuncak be­bek başı sanmışlardı. Ancak, bu­nun bir insan kafası ve vücudu ol­duğunu anlamakta gecikmediler. Ceset, İtalya ve Avusturya sınırın­da yatıyordu, İtalyan polisi ilgilen­mezken, Avusturya makamları onu bir plastiğe sararak Innsbruck’a götürdüler. Ceset değeri anlaşıl­dıktan sonra eksi 6 derece ve nem­lilik oranı yüzde 98 olan bir odaya alındı. Ötzi’nin buradaki aylık mas­rafı 10 bin dolar… Ötzi’ye kimler sahiplenmedi ki?… Üzerindeki ilkel aletlerden Öt­zi’nin çok eski çağlardan kalma çok değerli bir ceset olduğu anlaşı­lınca, Avusturya ve İtalya, cesedi sahiplenme konusunda tartışmaya girdiler. Gazeteler günlerce Ötzi’den bahsetti. —Gazetelerde onun resmini gören İsveçli bir ka­dın, cesedin 1970’lerde buzullarda kaybolan babasına ait olduğunu ileri sürdü. —Daha sonra bazı kadın­lar, Ötzi’nin donmuş spermlerin­den hamile kalıp, kalamayacakları­nı araştırmaya başladılar. —Kimileri Ötzi’nin ruhuyla iletişim kurmayı denedi. —Dahası, bazı eşcinsel ya­yınlarında, cesedin anal kanalında sperm bulunduğu bile ileri sürüldü. Ötzi bilimadamlarıyla başbaşa kaldı Tüm bu spekülasyonlar sona erdikten sonra, Ötzi bilimadamlarıyla başbaşa kaldı. Ancak, yine de bazı incelemeler ve radyokarbon tarihlendirmesi dışında bir şey yapıl­madı. Daha çok cesetle birlikte bu­lunan eşyalar incelemeye alındı.
Yapılan incelemelere göre Ötzi, —Esmer tenli, 25 ile 40 yaş arasında, 1.60 m. boyunda bir erkekti. Cese­dinin ağırlığı 48 kilogramdı. —Cesedin özellikle ön dişlerinin yıpran­mış olması, sert yer tohumu yedi­ğini ya da dişlerini alet olarak kul­landığını gösteriyordu. —Ağızda yir­mi yaş dişlerinin olmaması yaşadı­ğı zamana göre normaldi. —Gözleri mavi, —Yüzünün traşlı ve tırnak­larının kesilmiş olduğu, —Birkaç ke­miğinin kırılmış, ciğerlerin de du­man bulunduğu gözleniyordu. —Üstelik, hayattayken artrit ve damar sertliği problemleri de çekmişti… —Kulağına süs için bir taş takmış ve vücudunun çeşitli yerlerine de döv­meler yaptırmıştı… John Torrington’un uzun uykusu…
İngiliz donanması, 16. yüzyıl­dan itibaren İngiltere ile Hindistan arasında yeni bir yol ara­yışına girmişti. Hedef, aşırı soğu­ğa karşın Kuzey Denizi’nden ilerlemek ve Kanada’nın kuze­yinden geçerek Pasifik Okyanusu’na ulaşmaktı. Kraliyet Donanması’nın en yetenekli amiralle­rinden Lord John Franklin, 1845 yılının Mayıs ayında ‘Terror” ve “Erebus” adındaki iki yelkenli ile “Franklin Projesi” denilen bu yolculuğu gerçekleştirmek için İngiltere’nin Sheerness Limanı’ndan 134 denizciyle birlikte demir aldı. Her şey 1847 yılının kışına ka­dar çok iyi gitmişti. İki yelkenli Kanada’nın kuzey sahillerine ka­dar en küçük bir problemle kar­şılaşmadan vardı. Ancak, 11 Temmuz 1847 yılında Amiral Lord John Franklin’in ani ölü­münden sonra işler tam bir fela­kete dönüştü, izleyen kış ayların­da patlayan korkunç bir fırtınada denizin soğuk suları gemilerden birini yutarken, diğer gemi rüz­garın şiddetiyle kayalara çarpıp parçalandı. Yüzbaşı Crozier, sağ kalan 105 denizciyle birlikte “Bü­yük Balık Nehri”ni yürüyerek ge­çip Hudson Koyu’na varmayı planlamıştı. Bu kilometrelerce yoldu ve üstelik eksi 50 gibi çok elverişsiz koşullarda yapılması gerekiyordu. Ayrıca, yiyecek sı­kıntısı had düzeydeydi. Nitekim, bu ekipten bir tek kişi bile Hud­son Koyu’na varamadı. Olay, denizcilik ve keşifler tari­hinin acı bir anısı olarak unutu­lup gitmişti Ancak, bir kişi hika­yenin peşindeydi ve Eskimolar’ın ‘Beyaz insanların uzun yolculu­ğu” diye adlandırdıkları bu olayın bazı kahramanlarının cesetlerini bulmayı umuyordu. Doktor Owen Beatty, 1894 yılında Beechey Adası’nda yaptığı kazılarda maki­nist John Torrington’un hemen hemen hiç bozulmamış cesediy­le karşılaştı. 1 metre 78 santim boyunda ve 80 kilo ağırlığındaki makinistin giydiği pantalon bile sapasağlamdı. Ceset, sanki bir gün önce ölmüşçesine mükem­mel bir şekilde korunmuştu. Ceset üzerinde yapılan araş­tırmalar sonucu, Torrington bü­yük bir olasılıkla 12 Eylül 1846 ta­rihinde ölmüştü. Torrington’un arkadaşları onu okyanusun de­rin sularına terketmek yerine, büyük bir olasılıkla hemen yakın­daki Beechey Adası’nın buzulları arasına gömmeyi tercih etmiş­lerdi. Tabutun içinden çıkan su, tabutun tahtasının parçalanması­nı önlemişti. Eriyen buzlardan tabutun içine sızan su, erime çok yavaş olduğu için, uzun bir süre içinde tabutun içini doldurmuş ve donduğu için de cesedi ve ta­butu korumuştu. Cese­din ellerinin ve ayaklarının bağlı olması kolay yanıtlanamayan bir soruydu Ancak, yine de açıklanması gereken bir durum vardı… Cese­din ellerinin ve ayaklarının bağlı olması kolay yanıtlanamayan bir soruydu. Doktor Owen Beatt’ye göre, John Torrington kesinlikle bir tutuklu değildi ve ceset üze­rinde yapılan otopsi, makinistin infaz edildiğine dair hiç bir belir­ti taşımıyordu. Makinist, arkadaşları tarafın­dan önce denizcilik kurallarına göre elleri ve ayakları bağlana­rak denizin derinliklerine salın­mak istenmiş, ancak daha sonra bundan vazgeçilip buz kaplı ka­ra parçasına gömülmüştü. Böy­lece, John Torrington, buzullar tarafından korunan el değmemiş cesediyle, hazin bir sonla biten “Franklin Projesi”nin sanki tek canlı tanığı… Tanrılara adanan genç kız… Doğa koşullarının mumyalaştırıp koruduğu ce­setlere en son örnek ise, geçen yıl Peru’nun Ampato Dağı’nda bulunan genç İnka kadınının ce­sedi… 6300 metre yükseklikteki soğuk ve kuru ha­vanın koruduğu sanılan ceset, geçen yıl yine bu dağdaki bir volkanın patlamasıyla ortaya çıktı. Tanrılara kurban edilen genç bir kadına ait oldu­ğu sanılan bu ceset üzerinde, Ötzi’yi inceleyen Profesör Konrad Spindler ve ekibi çalışıyor. Otop­si sonucu ortaya çıkarılacak bulgularla, İnka kur­ban törenlerinin aydınlatılacağı belirtiliyor. Palermo’da aile saadeti… Palermo, Mafya’nın anavatanı Sicilya’nın başkenti… Maf­ya’nın, cinayetlerin ve ölümün kol gezdiği bu topraklarda, “ölüm”ün uğramadığı bir tek yer var; Paler­mo’daki “Capucine” yeraltı mezar­ları… Bugün Fransisken papazlar tarafından korunan bu mezarlarda mükemmel bir biçimde korunmuş çok sayıda mumya bulunuyor. Son günlerde halkın ziyaretine de açılan bu mezarlardaki mumya­larda, hem doğanın hem de insa­noğlunun ustalığının katkısı var. Mezarlarda ilk dikkati çeken şey, yoğun bir pas ve kükürt kokusu… Bazı bilimadamları, geçen yüzyıla ait cesetlerin böylesine mükem­mel bir şekilde korunmuş olmala­rının sırrını, bu yeraltı mezarının yoğun kükürtlü havasına bağlı­yorlar… O tarihlerde Fransisken papaz­ların mumyalama tekniklerini çok iyi bildikleri bir gerçek… Çünkü, salgın hastalıklar döneminde ölen kişilerin cesetlerinin mumyalan­ması ve korunması aşamasında, sağlık nedeniyle arsenik ve kireç kullandıklarını görüyoruz. Ancak, papazların salgın dönemleri dışın­da klasik mumyalama yöntemleri­ne pek rağbet etmedikleri biliniyor. Bunun yerine elverişli doğal koşul­lardan yararlanıyorlar. Örneğin, cesetler 8 ay boyunca tüf açısından zengin toprağın üstüne yatırılarak kurutuluyor. Daha sonra, kuruyan cesetler birkaç gün güneşin altında tutuluyor ve ardından sirke ile iyice yıkanıyor. Peşinden elbiseleri giy­diriliyor ve yeraltı mezarındaki kü­kürtlü atmosfere sahip odaların du­varlarına boyunlarından sabitlenerek yerleştiriliyor. Bu yeraltı mezarındaki ilginç bir mumya da, 1920 yılında dört ya­şındayken ölen Lombardo isimli küçük kıza ait… Doktor Solafia tarafından hazırlanan bira ağırlıklı bir sıvının içinde korunan bu ce­set, cam bir tabutun içinde sergi­leniyor ve bu sıvının içeriği henüz tam olarak bilinmiyor. Genç kızın uzak akrabaları, bugün cesedin kendilerine verilmesini istiyorlar. Ancak, mumyalama tekniğinin sır­rının çözüleceği endişesiyle, Fran­sisken papazlar bu cesedi aileye vermeyi reddediyorlar.
Kaynak: Merakediyorum Google Grubu

4 Temmuz 2014 Cuma

İktidarda 1 yıl...

Mısır'da seçimle iş başına gelen Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin 30 Haziran 2012'de yemin ederek göreve başlamasından 3 Temmuz 2013'te görevden alınmasına kadar geçen süreçte siyasi hayatında önemli gelişmeler yaşandı. Mursi'nin görevde kaldığı bir yıllık süre içinde meydana gelen olaylar şöyle sıralanıyor: 24 Haziran 2012 Yüksek Seçim Kurulu (YAK) Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın (İhvan) siyasi kanadı Hürriyet ve Adalet Partisi'nin (HAP) adayı Mursi'nin devrik lider Hüsnü Mübarek döneminin son Başbakanı Ahmed Şefik'i az oy farkıyla geçerek seçimi kazandığını açıkladı. 29 Haziran 2012 Mursi, Tahrir Meydanı'nda sembolik cumhurbaşkanlığı yemini etti. Mursi, meydanı dolduran kalabalığa, "Şimdi herkes beni dinliyor, halk, polis, ordu beni dinliyor. Halkın üstünde bir otorite yoktur. Sizler otoritenin kaynağısınız" diye hitap etti. Tahrir'de yapılan yemin pek çok eleştiriye maruz kaldı zira YAK'ın 17 Haziran'da çıkardığı anayasal düzenlemelere göre cumhurbaşkanının Halk Meclisi'nin değil Anayasa Mahkemesi'nin önünde yemin etmesi gerekiyordu. 30 Haziran 2012 Anayasa Mahkemesi önünde resmi olarak cumhurbaşkanlığı yemini etti. 8 Temmuz 2012 Anayasa Mahkemesi'nin "parlamento seçimlerinin yapıldığı kanunun geçersiz olduğu" gerekçesiyle meclisin feshedilmesi yönünde verdiği kararı iptal etti. 11 Temmuz 2012 Anayasa Mahkemesi Mursi'nin kararının yürütmesinin durdurulmasına karar verdi. 19 Temmuz 2012 Geçiş döneminde ordu tarafından tutuklanan 572 kişinin serbest bırakılmasına karar verdi. 30 Temmuz 2012 Çıkarılan bir afla aralarında İhvan ve el-Cemaati'l İslamiyye hareketi liderlerinin de olduğu 26 kişi serbest bırakıldı. 2 Ağustos 2012 Hişam Kandil yemin ederek Başbakanlık görevine başladı. 5 Ağustos 2012 Refah Sınır Kapısı'nda kimliği belirsiz kişilerce gerçekleştirilen saldırıda 16 asker hayatını kaybetti. 12 Ağustos 2012 Savunma Bakanı ve Yüksek Askeri Konsey Başkanı Mareşal Hüseyin Tantavi’yi emekliye sevk etti. Genelkurmay Başkanı Korgeneral Sami Anan da cumhurbaşkanı müsteşarlığına getirildi. 15 Ağustos 2012 İslam İşbirliği Konseyi'nin zirvesine katılmak için Suudi Arabistan'a gitti. 23 Ağustos 2012 Gazetecilerin yayın suçlarından yargılanmasını yasaklayan kanunu çıkardı. 27 Ağustos 2012 4 yardımcı ve 17 müsteşardan oluşan çalışma ekibini tayin etti. 28 Ağustos 2012 İş adamlarından oluşan bir ekiple Çin'e resmi ziyarette bulundu. 30 Ağustos 2012 Bağlantısızlar Hareketi'nin toplantısına katılmak üzere İran'a gitti. 11 Eylül 2012 Hazreti Muhammed'e hakaret içeren filmi protesto eden Mısırlılar Kahire'deki ABD Büyükelçiliği'ne saldırdı. 26 Eylül 2012 Mursi, New York'taki BM Genel Kurulu'nda konuştu. 6 EKim 2012 Kahire Stadyumu'nda kendisini destekleyenlere, seçilmesinin üzerinden geçen ilk 100 günde yapılanlardan bahsettiği bir konuşma yaptı. 11 Ekim 2012 Başsavcı Abdulmecid Mahmud’u görevinden alarak Vatikan Büyükelçiliği’ne atadı. 17 Ekim 2012 Mursi'nin, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez'e gönderdiği ve "Sevgili dostum" diye başlayan mesaj, Mısır'da büyük tartışmalara neden oldu. 3 Kasım 2012 Aralarında cumhurbaşkanlığına aday olan isimlerin de bulunduğu muhalefetin önde gelen isimleriyle, anayasa taslağı üzerinde uzlaşıya varmak amacıyla bir araya geldi. 22 Kasım 2012 ABD, İsrail'in Gazze'ye başlattığı hava saldırılarına Hamas'ın da füze atarak karşılık verdiği savaşta Mursi'nin iki taraf arasında ateşkesi sağlamadaki rolünü öven bir açıklama yayımladı. 22 Kasım 2012 Yetkilerini artırdığı gerekçesiyle ülkede tartışmaları da beraberinde getiren, kurucu meclis ve kendi kararlarını yargı muafiyetine tabi tutan kararname çıkardı. Kararnamenin ardından ülkede yönetim karşıtı tepkiler artarken bu tepkinin sonucu olarak sol eğilimli ve liberal partileri bünyesinde barındıran Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) kuruldu. 1 Aralık 2012 Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, yeni anayasa taslağını 15 Aralık'ta referanduma sunma kararı aldı. 5 Aralık 2012 Mursi'nin çıkardığı kararnameyi protesto etmek isteyen muhalifler Kahire'deki İttihadiyye Sarayı önünde toplandı. Mursi taraftarları ve karşıtları arasında çıkan çatışmalarda 11 kişi hayatını kaybetti. 6 Aralık 2012 Cumhurbaşkanı Mursi, yönetim karşıtı gösterilerin başını çeken Ulusal Kurtuluş Cephesi'ne diyalog çağrısında bulundu. 9 Aralık 2012 Mursi, tepkilerin artması üzerine 22 Kasım'da ilan ettiği kararnameyi iptal ettiğini açıkladı. Ancak muhalifler, iptal kararına rağmen gösterileri sonlandırmayı reddetti. 15 Aralık ve 22 Aralık Mısır'da yeni anayasa için yapılan referandumun bir ve ikinci tur oylamaları yapıldı. 24 Aralık 2012 Mursi, Şura Meclisi'ne 90 yeni üye atadı. 26 Aralık 2012 Mısır'da Yüksek Seçim Kurulu yeni anayasanın yüzde 68.3 oy oranıyla kabul edildiğini açıkladı. 27 Aralık 2012 Mursi, yeni anayasa uyarınca yasama yetkisini resmen Şura Meclisi'ne devretti. 6 Ocak 2013 Mursi, Hişam Kandil başkanlığındaki hükümette görev alan 10 bakanda değişikliğe gitti. 26 Ocak 2013 Mısır'ın birçok farklı kentinde 25 Ocak 2011 devriminin yıldönümünde olaylar çıktı. Güvenlik güçlerinin göstericilere müdahalesi sonucu çok sayıda kişi öldü ve yaralandı. 27 Ocak 2013 Mısır'da Ehli taraftarlarını öldürmekle suçlanan kişiler hakkında ağırlaştırılmış hapis cezaları verildi. Süveyş Kanalı'nda yer alan Port Said, İsmailiyye ve Süveyş'te kararı protesto edenler ve güvenlik güçleri arasında çatışmalar yaşandı. Mursi, ulusa sesleniş konuşması yaparak, olağanüstü hal ve gece sokağa çıkma yasağı ilan ettiğini açıkladı. 28 Ocak 2013 Mursi, muhaliflerin kendisini boykot etmesi üzerine kendisini destekleyenlerle bir araya geldi. 30 Ocak 2013 Cumhurbaşkanı Mursi, resmi temaslarda bulunmak üzere kısa süreli olarak Almanya'ya gitti. 4 Şubat 2013 Mursi, ülkede güvenlik anlamında yaşanan istikrarsızlığı görüşmek üzere Silahlı Kuvvetler Yüksek Askeri Konseyi komutanlarıyla bir araya geldi. 5 Şubat 2013 Cumhurbaşkanı Mursi İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 12. Liderler Zirvesi'ne katılmak üzere Mısır'a gelen İran eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ile Kahire Havalimanı'nda görüştü. Bu görüşme 1979 yılında kesilen diplomatik ilişkilerin yeniden canlanması anlamında oldukça önemli bir ziyaret olarak değerlendirildi. 17 Şubat 2013 Mursi'nin istifa eden danışmanları ve yardımcılarının sayısı 10'a ulaştı. 26 Şubat 2013 Mursi, parlamento seçimlerini görüşmek üzere milli uzlaşı toplantıları düzenledi. Toplantıyı muhalefet boykot etti. 6 Mart 2013 Mısır İdari Mahkemesi, parlamento seçimlerinin Nisan ayında yapılmasını öngören kararı reddederek, kararın Anayasa Mahkemesi'ne sevk edilmesini kararlaştırdı. Mursi yayımladığı yazılı açıklamada yargının kararlarına saygı duyduğunu belirtti. 18 Mart 2013 Mursi, Pakistan'ı ziyaret etti. İki ülke liderlerinin karşılık anlaşmalar imzalamak üzere bir araya geldiği, cumhurbaşkanlığı sarayında düzenlenen törende Mursi'ye Pakistan devlet nişanı ve Pakistan NAS Üniversitesi'nden fahri doktora unvanı verildi. 10 Nisan 2013 Mursi, "cumhurbaşkanına hakaret" suçlamasıyla haklarında dava açılan tüm gazetecilerden suçlamaların geri çekilmesi talimatını verdi. 12 Nisan 2013 Mısır Silahlı Kuvvetler Yüksek Askeri Konseyi komutanlarıyla bir araya gelen Mursi, orduya yöneltilen suçlamalara karşı çıkarak devlet kurumları arasındaki karşılık anlayışa dikkati çekti. 20 Nisan 2013 Mursi, kabinedeki teknokrat bakanların görevlerinde değişikliğe gitmeyeceğini açıkladı. 21 Nisan 2013 Anayasa Mahkemesi, cumhurbaşkanlığı tarafından "parlamento seçimlerinin iptal kararını durdurmak" için yaptığı itirazı reddetti. 22 Nisan 2013 Mursi, Adalet Bakanı Ahmed Mekki'nin istifasına sebep olan yargı yönetiminde temizlik talep eden gösterilerden bir hafta sonra Yüksek Yargı Konseyi ile toplantı düzenledi. 23 Nisan 2013 Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin hukuk danışmanı Muhammed Fuad Cadullah istifa etti. 26 Nisan 2013 Temerrüd Hareketi adı verilen bir grup aktivist 30 Haziran'da kalabalık halk gösterileri düzenlenmesi çağrısında bulundu. 7 Mayıs 2013 Hişam Kandil hükümetinin yeni bakanları Mursi karşısında yemin etti. 22 Mayıs 2013 Mursi, Sina'da kaçırılan 7 emniyet görevlisinin serbest bırakılmasının sağlandığını açıkladı. 28 Mayıs 2013 Mursi, Addis Ababa'da başlayan Afrika Birliği'nin 50. Kuruluş yıl dönümü kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Afrika zirvesi için Etiyopya'ya gitti. 4 Haziran 2013 Mursi, Etiyopya'nın inşa etmeyi planladığı Hedasi Barajı kriziyle yakından ilgilenmek üzere milli bir komite oluşturulması talebinde bulundu. 6 Haziran 2013 Mursi Mısır'ın yarı resmi gazetesi Ahram'a verdiği mülakatta erken seçim taleplerini reddetti ve bu yöndeki çağrıları gayri meşru olarak nitelendirdi. 10 Haziran 2013 Nil suları için düzenlenen halka açık konferansta konuşan Mursi, Etiyopya'nın inşaatına başladığı Hedasi Barajı yüzünden Mısır'ın Nil Nehri'ndeki hakkını eksiltmesinden duyduğu endişeyi ifade etti. Mursi, "Nil'in tek bir damlası eksilirse, kanlarımız bunun için alternatiftir" dedi. 15 Haziran 2013 Mursi, Suriye ile ilişkilerin kesildiğini duyurdu. Hizbullah'a Suriye'den çekilmeleri çağrısında bulundu. 17 Haziran 2013 Mursi valilerin yerlerinin değiştirilmesine karar verdi. Bu durum, pek çok kentte Mursi destekçileri ile karşıtlarının çatışmalarına neden oldu. 23 Haziran 2013 Dönemin Savunma Bakanı Abdulfettah es-Sisi, ülkedeki krizin sonlandırılması için siyasilere bir hafta süre tanıdıklarını açıkladı. 24 Haziran 2013 İhvan ile Hürriyet ve Adalet Partisi Rabiatu'l Adeviye Meydanı'nda "Meşruiyet kırmızı çizgi" adı altında cuma gösterileri düzenlenmesi çağrısında bulundu. 26 Haziran 2013 Muhalefet partileri cumhurbaşkanlığı seçim tarihinin öne alınması çağrısında bulundu. 27 Haziran 2013 Mursi, başbakana, siyasi ve ekonomik reformlarda bulunma çağrısı yaptı. 28 Haziran 2013 Mursi karşıtları Tahrir Meydanı ve İttihadiyye Sarayı etrafında gösteriler düzenlemeye başlarken, Mursi yanlıları da Kahire'nin doğusundaki Rabiatu'l Adeviyye Mescidi yakınında gösteriler düzenledi. 30 Haziran 2013 Mursi karşıtları,Tahrir Meydanı ve İttihadiyye Sarayı civarında kitlesel gösteriler düzenlemeye devam etti. Farklı kentlerde ve meydanlarda da Mursi yanlılarının gösterileri devam ediyordu. 1 Temmuz 2013 İhvan seçilmiş, meşru cumhurbaşkanını desteklemeye devam edeceklerini açıklarken, 10 bakan da hükümetten istifa etti. Savunma Bakanı Sisi, siyasi krizin çözümü için ordunun "48 saat" süre verdiğini açıkladı. Mısır ordusundan yapılan yazılı açıklamada, ordunun bir darbe girişiminde olmadığı yalnızca "halkın iradesine" göre hareket edileceği belirtildi. 2 Temmuz 2013 Mursi, içinde onlarca kez "meşruiyet" kelimesinin geçtiği uzun bir konuşma yaptı. Meşruiyeti canı pahasına savunacağını belirtti. Diğer taraftan da Mursi yanlıları ve karşıtları arasında çatışmalar yaşanıyordu. 3 Temmuz 2013 Mısır Genelkurmay Başkanı Sisi, mevcut anayasayı askıya aldıklarını ve seçim yapılıncaya kadar Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur'un cumhurbaşkanlığı görevi yürüteceğini açıkladı. Geçiş döneminde teknokratlardan oluşan ulusal bir uzlaşı hükümeti kurulacağını dile getiren Sisi, yaptıkları müdahalenin gerekçesini "Halkın orduyu göreve davet ettiğini hissettik" diye savundu. Diyalog çağrıları yaptıklarını bu çağrıya muhalefetin uyduğunu fakat Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'den cevap alamadıklarını belirten Sisi, ordunun siyasetten uzak duracağını söyledi. Mursi, bilinmeyen bir yere götürülmeden önce ülkede yaşananların darbe olduğunu ve görevini bırakmayacağını dair bir konuşma yaptı. Ordunun yönetime müdahalesiyle bilinmeyen bir yere götürülen Mursi, aylar sonra ilk kez 4 Kasım 2013'te "şiddet olaylarına" ilişkin yargılandığı davanın duruşmasında kamuoyu önüne çıkarıldı. <script async src="//pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js"></script> <!-- ugozcan_main_Blog1_300x250_as --> <ins class="adsbygoogle" style="display:inline-block;width:300px;height:250px" data-ad-client="ca-pub-5690661426508160" data-ad-slot="7101401936"></ins> <script> (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({}); </script>

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Dünyanın Altın Oran Merkezi: Mekke

Dünyanın merkezi… Doğal olarak insanlar, dini inanış ve kabullerden ziyade bilimsel veriler ve ispat istiyor. Ben de bu konuyu bilimsel yönden birkaç doneyle ispatlama gayretinde bulunacağım. Bu konunun bilimsel ispat yollarında genelde uğrayacağımız duraklar “altın oran” ve “ley hatları” olacak.
Bu iddia güçlü bir iddia olduğu kadar, bilimsel açıdan da çok kuvvetli delillere sahip bir iddia. Dünyanın merkezi… Doğal olarak insanlar, dini inanış ve kabullerden ziyade bilimsel veriler ve ispat istiyor. Bilimsel yönden birkaç done Bu konunun bilimsel ispat yollarında genelde uğrayacağımız duraklar “altın oran” ve “ley hatları (ley lines)” olacak. Altın oran, matematik ve sanatta, bir bütünün parçaları arasında gözlemlenen, uyum açısından en yetkin boyutları verdiği sanılan geometrik ve sayısal bir oran bağıntısı olarak bilinir. Eski Mısırlılar ve Yunanlılar tarafından mimaride ve sanatta kullanılan bu orana uygun biçimde bölünmek istenen bir doğru parçasının uygun biçimde iki parçaya bölünmesi gerektiğinde, bu doğru öyle bir noktadan bölünmelidir ki; küçük parçanın büyük parçaya oranı, büyük parçanın bütün doğruya oranına eşit olsun. İşte bu oran, pi (π) sayısı gibi irrasyonel bir sayı olup ondalık sistemde yazılışı 1,618033…’tür. Bu oranın kısaca gösterimi ise ” (1+√5)/2 ” olur. Bu oran doğal olan veya gözümüze mükemmel görünen her şeyde karşımıza çıkar. Özellikle de yaratılışta… İnsan vücudunun neredeyse her yerinde altın oran mevcuttur. Parmak boğumları buna en güzel örneği oluşturur. Göze güzel görünen insanların vücutları ve yüzleri daima altın orana uyar. Hatta kalp atışlarında ve DNA’nın en ve boy oranlarında dahi bu oran mevcuttur. Tarihte ilk ne zaman keşfedildiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarih boyunca birçok defa yeniden keşfedilmiş olma olasılığı kuvvetlidir. Örneğin Mısırlılar Keops Piramidinin tasarımında hem pi oranını hem de altın oranı kullanmışlardır. Leonardo Da Vinci eserlerinde sürekli olarak bu orana bağlı kalarak mükemmeli yakalamıştır. Hatta bu oranı sürekli kullandığı için altın oran cetvelini icat etmiştir. Bu cetvel Leonardo cetveli olarak da bilinir. Ünlü astronot Johannes Kepler bu sayı için büyük bir hazine ifadesini kullanmıştır. Bu gibi örneklerin çoğaltılması olanaklı olmakla birlikte bu kadarı kâfi kanaatindeyim… Ley hatlarına da kısaca bir göz atacak olursak; ley hatları, dünyadaki enerji akımının oluşturduğu belirli çizgilerden ve istikametlerden oluşan hatlara denir. Bu hatlarda dünyanın gizemli enerjisi sürekli dolaşım halindedir. Tıpkı vücudumuzdaki damar sistemi gibi tüm dünyayı sarmış olan bu hatların kesişim noktaları, tarih boyunca büyük kiliselere, camilere, hipodromlara, stadyumlara ve dev yapılara ev sahipliği yapmış olup insanlar tarih boyunca bu enerjiden yararlanmak için deli saçması denebilecek çatal çubuk yöntemiyle bu hatları keşfetmiş ve hatlar üzerine ana yollarını, kesişim noktalarına ise ibadethanelerini yapmayı tercih etmişlerdir.
1921 yılında Arkeolog Alfred Watkins, aslında Britanya’nın kullandığı yollara temel olan eski Roma yollarını inceleyerek ve aynı yolların eski uygarlıklara ait yolların üzerine kurulmuş olduğunu keşfediyor. İnsanlar, bir şekilde gözle görülmeyen bir akışı takip etmişler ve ley hatlarına sadık kalmışlar. Bu hatlar aynı insan vücudundaki “akupunktur” hatlarına benzer bir şekilde dünyamızı sarmış olması hasebiyle insanlar tarih boyunca bu hatları ellerinden geldiğince işaretlemişler ve dengeyi sağlamak amaçlı belli yapıları, kesişim noktalarına tabiri caizse adeta saplamışlardır. Bunlara örnek verecek olursak ; Avrupa’daki eski toplumlardan Druidler ve Keltler Avrupa üzerinde bir hat şeklinde uzayıp giden şekilde kendilerine ait taş yapılar, megalitler, altarlar, dolmen ve menhirlerini dizmişlerdir. Tahmin edeceğiniz üzere bu hatlar ley hatları ile uyuşmaktadır. Piri Reis’in haritasındaki garip çizgiler ley hatlarını gösteren çizgilerdir. Amerika kıtasında Meksika’dan başlayarak devam eden piramit serisinin üzerinde bulunduğu hattın, Mısır’da Krallar Vadisi’ne kadar uzanan piramit serisinin diziliş ekseninin ve dünyanın birçok yerinde olduğu gibi İstanbul’da da bulunan dikili taşların dizilişinin ley hatları ile birebir örtüşmekte olduğu tespit edilmiştir. Aynı şekilde meşhur Çin Seddi dahi ley hatları ile kesişecek şekilde o hat üzerine inşa edilmiştir. Ley hatları Nikola Tesla tarafından da dile getirilerek elektriğin Dünya üzerinde kablosuz iletişiminden bahsedilmiştir ancak Edison’un siyasi çevresinin gücü yüzünden Nikola Tesla’nın bu buluşu topluma yayılamayarak elektrik telleri dünyamıza yayılmıştır. Bu iki konu hakkında verilen genel bilgiden sonra konumuzla alakalarını inceleyelim. Altın oran konusu üzerinden başlayalım; araştırmacılar yıllarca altın oranı her yerde aramalarına ve dahi bulmalarına rağmen yakın tarihlere kadar dünyamızın altın oran noktasını bulmayı ihmal etmişlerdi. Ancak, yakın zamanda araştırmacılar titiz bir süreç içerisinde bu konuya yöneldiler. Peki Dünya’mızın altın oran noktası nerededir? Bir bakalım… Mekke şehrinin kuzey kutup noktasına olan uzaklığı (7.631,68 km) ile güney kutup noktasına olan uzaklığının (12.348,32 km) oranı tam olarak 1,618 sayısını verir, yani altın oranı. Aynı şekilde, olması gerektiği gibi Mekke şehrinin güney kutup noktasına olan uzaklığı ile iki kutup noktası arasındaki uzaklığın birbirine oranı da 1,618 dir. Ayrıca tüm dünyanın ortak yer belirleme dili haline gelmiş enlem boylam haritasına göre de Mekke’nin gün dönümü çizgisine doğu uzaklığı ile batı uzaklığının birbirine oranı bize yine 1,618 sayısını vermektedir. Tüm harita sistemlerinde bu nokta birkaç kilometre sapma ile asla Mekke şehri sınırları dışına çıkmaz ve ekseriyetle Kabe’yi de içine alan Mescid-i Haram bölgesi içerisinde kalır. Bunu Google Earth programı ve bir hesap makinesi ile evinizde dahi test edebilirsiniz. Benim yaptığım hesapta 15 km lik yani on binde yedilik (7/10000) bir hata payıyla hesap doğru çıktı. Ayrıca araştırmalar göstermiştir ki pozitif enlem ve boylam değerleri ile deniz yerine karaya düşümü açısından dünyanın tek altın oran noktası, Mekke olabilir. İslam dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de Mekke’nin kutsallığından bahseden tek bir ayet vardır. Âl-i İmran suresi 96. ayet… Bu ayette dahi altın oran görünmektedir. Ayet toplam 47 harften oluşmakta olup sadece bir yerinde Mekke lafzı geçmektedir, bu kelimeye kadar bu kelime dahil ayetin başından itibaren 29 harf vardır. 47/1,618 işlemini yaptığımızda ise bize 29,0… sayısını verdiğini göreceğiz. Bir harf fazla yahut eksik olsa idi bu oran oluşamayacaktı. Altın oran dünyada yaşayan en küçük yapılardan biri olan DNA’da, deniz kabuklularında, insan uzuvlarında ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz birçok varlıkta kendini göstermektedir. Bakıldığında en küçük varlıktan en büyüğüne kadar belirli bir oran (altın oran) görülebilmektedir. Elbette düşünüldüğünde tarih boyunca milyarlarca insanın yöneldiği bir noktanın koordinatlarının da bir oranı yansıtabileceği kesinlikle akla uzak gelmemektedir. Ley hatları bakımından konumuzu inceleyecek olur isek batıda özellikle İngiltere’de adına ley hatları denilen bu pozitif enerji akım hatlarının negatif olanlarına ise kara akım hatları tabiri kullanılmakta ve üzerinde halen yoğun şekilde araştırmalar yapılmakta. İşte halen devam eden bu araştırmalar neticesinde dünyanın bedeni içindeki bu pozitif enerji hatlarının kesişip sanki bir enerji santrali gibi yayın yaptığı en önemli noktanın Mekke’de bulunan Kâbe ve bunun uzantısı içerisinde Arafat Dağı olduğu tespit edilmiş. Bu pozitif enerji hatlarının bu noktada kesişmesi neticesinde öyle bir pozitif enerji ortaya çıkıyor ki, Mescid-i Haram bölgesine giren insanların beyinleri muazzam derecede etkilenip güçlü bir faaliyet içerisine giriyor. Bilimsel ispat yolundan gittiğimizi biliyorum ama örnek olma kapasitesi açısından kanaatimce şu hadis-i şerifi burada zikretmekte fayda var : “Başka yerlerde sadece fiillerinizden mes’ulsünüz, Harem-i Şerif’te ise düşüncelerinizden de mes’ul olursunuz”. Müslüman âlimler tarafından bunun sebebi olarak Harem-i Şerif’te beynin aldığı güçlü enerji dolayısıyla düşünceleri dahi fiil düzeyindeki bir güçle ruha yüklemesi gösterilmektedir. Bununla ilgili başka bir örnek olarak da şu gösterilebilir; Peygamber (s.a.v.) Medine’ ye geldiğinde herkes ona kendi evini açar, açtıkları yerin kendisinin olmasını teklif ederler, buna karşın, Hz. Muhammed (s.a.v.) bunu kabul etmeyerek yer seçim işini devesine bırakır. Deve ise, serbest bırakılır bırakılmaz belli bir mesafe gittikten sonra bir sahabenin evinde durur. Ve Hz. Muhammed (s.a.v.) orada kalmaya karar verir. Herkes bu olayı normal olarak, sosyolojik açıdan Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in kimseyi kırıp gücendirmemek için yaptığını düşünür. Oysa işin gerçeği, pozitif enerji titreşimlerini en iyi algılayabilen hayvanların başında gelen devenin o bölgede en yüksek pozitif akımını bulması için bırakılmış olmasıdır. Velhasıl kelam yukarıda dahi bilimsel ve kısmen dini açıdan ispatlarla ortaya koymaya çalıştığım gibi üzerinde geçici kaldığımız bu Dünya beldesinin merkezi olarak Mekke şehri bize kendisini gösteriyor. Bu vesile ile Nasreddin Hoca muhterem gibi eğer ayağımın altı dünyanın tam ortasıdır diyecekseniz, Mekke’ye ulaştıktan sonra bunu söylemenizi öneririm. Vesselam… Mustafa UYSAL Kaynaklar : İnsan ve Sırları , Ahmed Hulusi ; The Old Straight Track (1925) , Alfred Watkins ; Prof. Dr. OSMAN ÇAKMAK

16 Haziran 2014 Pazartesi

Sosyal Medya nedir? (Röportaj)

http://www.gazeteb.com/sosyal-medya-nedir-2235h.htm Sosyal Medya nedir? İlk nerede ne zaman ne amaç için kullanıldı? Uğur ÖZCAN Kimdir ? 1975 yılında Ankara’da dünyaya geldim. Yüksekokula kadar tüm öğrenim hayatımı Ankara’da tamamladım. Yüksek öğrenimimi ise Bolu’da tamamladım. Öğrenim hayatı sonrası özel sektörde çalışma hayatına başladım. Ankara merkezli gazetelerde ve sonrasında internet haber sitelerinde haber muhabirliği yaptım. Sosyal Medya’nın gelişmesi ile bu alanda daha faal oldum ve araştırmalar yaptım. Son dönemde (30 Mart Yerel Seçimleri) siyasi bir partinin ilçe teşkilatında sosyal medya danışmanı olarak görev aldım. Halen birkaç sivil toplum kuruluşunun sosyal medya danışmanlığını yürütüyorum. Sosyal Medya nedir? İlk nerede ne zaman ne amaç için kullanıldı? Sosyal Medya; Son yıllardaki web teknolojilerinin çok hızlı bir ilerleme kaydederek, kullanıcıya sunduğu daha faal kullanılabilirliği ile birlikte, yeni nesil sosyal paylaşım sitelerinin getirdiği kullanıcı kolaylığı ve iletişim hızıyla aynı zamanlı bilgi paylaşımı ve insanların birbirlerini ve paylaşımlarını takip ettikleri dijital bir platformdur. Sosyal Medya Bir başka değişle milyonlarca insanın, artık yaşamın her alanında çevrimiçi olduğu zamanımızda, anlık iletişimin ve paylaşımın sınırlandırılması yapılmayan, birçok platforma göre daha özgür hissedilen yerdir. Sosyal medya, terim olarak son beş altı yıl içerisinde hayatımızda vazgeçilmez bir yer etmiş olsa da sosyal medyanın doğuşu, bundan 44 yıl öncesine, ilk e-postanın gönderildiği 1970 yılına kadar uzanıyor. Bugün kullandığımız biçiminin temelini ise Ward Christensen ve Randy Suess isimli iki bilgisayar meraklısı arkadaş, 1978 yılında arkadaşları ile bilgi paylaşımı içerisinde bulunmak, onlarla irtibatta kalmak için BBS isimli bir yazılımı hayata geçirerek oluşturmuşlar. Sosyal İmleme (seçilmiş bilgi paylaşımı) ne anlama gelir? Sosyal imleme sosyal paylaşım sitelerinde yapılan paylaşıma verilen isim aslında. Bu yapılan imleme ile iyi düzeydeki sitelerden beğendiğiniz bağlantıyı paylaşabildiğimiz gibi kendi sitemizin bağlantısını da bu yolla paylaşabiliyoruz. Bağlantılarımızı bu yolla paylaşarak insanlara beğendiğimiz haberlerin, ilgimizi çeken konuların, hoşumuza giden resim ve videoların ya da kendi sitemizin; bir anlam da kendimizin reklamını yapmış oluyoruz ve böylece paylaşımımızı onların beğenisine sunuyoruz. Başka bir değişle beğendiğimiz ürünleri, linkleri ve kişiliğimizi yansıtan detayları paylaşıyoruz. İnsanların çok daha fazla vakit geçirdiği ve milyonlarca ziyaretçisi olan Sosyal Medya Sitelerinin öneminin artması ile buralarda yapılan paylaşımlarla siteye erişim kolaylaşıyor, sayfalara gelen ziyaretçi sayısı buna paralel olarak artış gösteriyor. Sosyal Medya Neye Benzer? Mahalle pazarları vardır hani, bütçene göre ne ararsan bulabilirsin. Eskiden bu pazarlara bayanlar daha çok ilgi gösterir komşularla, tanıdıklarla karşılaşır mahalleden, olandan bitenden sohbet edilirdi. Erkekler ise daha çok kahvehanelerde, çay ocaklarında buluşur, muhabbet eder, Ülke ve dünya üzerine koyu sohbetlere dalarlardı. Sosyal Medya’da biraz buna benziyor ama daha geniş çapta. İletişim çağının gereği olarak bireylerin sadece gündelik haber, bilgi veya iletişim amacıyla değil siyasi, ideolojik, iktisadi, kültürel hemen her alanda katılımcıları bir araya toplamayı başararak insanların önceden beri yaptıkları iletişimi genişleterek devam ettikleri paylaşım alanları olmayı başardı. Sosyal Medya Niçin Kullanılır? Aslında buna cevap vermek ya da sınırları çizmek oldukça zor. Şu anda faydalı, faydasız her türlü amaç için kullanır durumda. Arkadaşlarını bulmak ve arkadaşlarla sohbet etmek amacı ile başlayan bu oluşum asıl amacını çoktan aştı. Özellikle son dönemde büyük bir güç haline geldi. Dünya ve Türkiye’de yaşanan toplumsal olaylarda çok önemli bir rol üstlendi. Daha öncesinden planlama ve kontrol mekanizması olmadığı içinde önü alınmaz bir hale geldi. Doğru olmayan ve anlık olarak bir anda binlerce kişiye ulaşan bilgiler ve sonucunda gelişen olaylar bunun en güzel örneklerinden. Sosyal Medya bir ihtiyaç mıdır? Bu soru kişiye göre değişir ama Sosyal Medya, alıştığımız anlamda olmasa da bir öğrenme, bilgi edinme yeri olarak çoktan kullanılmaya başlandı. Çoğu insan karmaşık ve yoğun yaşamlarında olup bitenleri kısa yoldan ve olabildiğince hızlı öğrenmeye çalışıyor. Sosyal Medya, günümüz şartlarında bilgiye hızlı erişim açısından verimli bir kullanım şekli olduğundan artık önem arz ediyor. Diğer yandan hızlı haberleşmenin en etkin yolunu sunuyor. Bunları göz önüne aldığımızda artık günümüz ihtiyaçlarındandır diyebiliriz. Önceden lüks olarak görülen bilgisayar ve internet artık çoğu insanın sadece elini cebine atarak ulaşabileceği bir konumda ve ülkemizde bu imkânı kullanan birey sayısı oldukça fazla hale geldi. Bu durum hayatımızda neleri değiştirdi, geliştirdi, farklılaştırdı? Kültürümüzü yaşam tarzlarımızı olumlu ve olumsuz yönde değiştirdi, farklılaştırdı diyebiliriz. İnsanlar yaşamlarının her devresini kayıt altına almaya başladı. Yediklerini, içtiklerini, gezdiklerini herkesle paylaşmaya başladılar. Bu da özel yaşam alnında ki bazı kısıtlamaları ortadan kaldırdı. Buda insanların geleneksel kültürden uzaklaşıp “Dijital kültüre” doğru yol almalarına sebep oldu. Yeni oluşan bu kültür anlayışı doğru yönlendirilirse belki kazanımlar olabilir. Fakat bu gidişata bırakılırsa kayıpları daha çok olacak gibi. Olaya başka bir açıdan baktığımızda bilgiye kolay ulaşmak, anlık haberleşme insanların iş yükünü azalttığı ve zamandan da tasarruf etmesini sağladığı için hayatı kolaylaştırdığını hatta bizleri tembelleştirdiğini kesin söyleyebiliriz Sosyal medya kullanımında dünya ikincisiyiz... Bunu nasıl yorumlayabilirsiniz? Türk insanı olarak bizler yeni şeylere hep meraklı olmuşuzdur. Hayatımıza giren bu yeni şeyleri birden öğrenip birazda öne geçme çabasında oluruz. Bu da bizi diğer toplumlardan bir adım öne taşıyor sanırım. Bunun yanı sıra asıl etkinin yıllardır bastırılmış insanımızın son zamanlarda dileğince hatta pervasızca istediğini istediğine söyleme özgürlüğünü yakalamış olması diyebilirim. İnsanımızın sosyal yaşamı, öğretileri, dini yaşamı ve benzer inandığı her şeyi bir anlamda kurallar ve çizgiler olmadan, kimseden korkmadan söyleyebilmesi öne geçmemizde en büyük etkenlerden Türkiye'nin internet popülasyonunun yüzde 31,10 u Twitter kullanıyor ve bu rakam da Türkiye'yi Twitter'da dünya birincisi yapıyor. Sosyal medya ve Twitter diye ayrım yapmak doğru olur mu? Sosyal Medya ve Twitter diye ayrım yapmak doğru olmaz. Doğru olmaz çünkü aynı ağın hareket sahası içerisinde. Bütün sosyal paylaşım siteleri doğru kullanıldığında aşağı yukarı aynı işlevi görüyor. Diğer sosyal paylaşım siteleri twitter kadar etkili değiller biraz onun etkisi var sanırım. Yazdığınız bir konu ya da başlattığınız bir etiket diğer sitelere göre daha hızlı ve daha çok kişiye ulaşabiliyor. Sesinizi ve amacınızı daha çabuk duyurabiliyorsunuz insanlara. Şunu da ekleyebiliriz tabi, önceleri şikâyet etsek de, okumayı ve yazmayı sevmediğimiz için daha kısa yazmak da bize daha cazip geldi diyebiliriz. Uğur Özcan (Sosyal Medya Gözlemcisi) twitter.com/ugozcan https://www.facebook.com/ugozcan http://ugozcan.tumblr.com/ http://ugozcan.blogspot.com.tr/ https://plus.google.com/u/0/ http://www.youtube.com/user/ugozcan1 http://www.gazeteb.com/sosyal-medya-nedir-2235h.htm